Blog Listem

30 Kasım 2012 Cuma

ANLAR

Anlar
Eğer,yenıden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz,sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadıgım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doguşu izler,
Daha çok dağa tırmanır,daha çok nehirde yüzerdim.
Görmedigim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım.
Yeniden başlayabilseydim eger,yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. yaşam budur zaten.
Anlar,sadece anlar.Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında su,şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eger,hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder,güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım,bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85
indeyim ve biliyorum…
ÖLÜYORUM….
Arjantin-1985

Jorge Luis Borges

23 Kasım 2012 Cuma

Yağmur

21 Kasım 2012 Çarşamba

Zihinsel ve Duygusal Sağlığımız

Zihinsel ve Duygusal Sağlığımız
Zihinsel ve duygusal sağlık ne demek? Sağlıklı insanlar duygularını ve hareketlerini kontrol altında tutabilen insanlardır. Hayatın kaçınılmaz zorluklarının üstesinden gelebilir, güçlü ilişkiler kurabilir ve yaratıcı olabilirler. Kötü şeyler yaşadıklarında da, bunu iyiye çevirip hayatlarına devam ederler.
Ne yazık ki birçok insan hem zihinsel anlamda hem de duygusal anlamda sağlıklarına gerekli önemi vermemekte ve sadece problemleri olduğunda kendilerine dönmektedirler. Fiziksel sağlımız için çaba sarfetmek ne kadar gerekliyse, zihinsel ve duygusal sağlığımızın da bir o kadar önemli olduğunu unutmayalım. Bu konuya ne kadar zaman ve enerji harcarsak bize geri dönüşü de o kadar etkili olacaktır.

Zihinsel ve duygusal sağlığımız, genel anlamda psikolojimizi, kendi hakkımızda ne düşündüğümüzü, ilişkilerimizin nasıl olduğunu, duygularımızı nasıl kontrol ettiğimizi ve zorluklarla nasıl başa çıktığımızı göstermektedir. Zihinsel ve duygusal anlamda sağlıklı olmamız sadece zihinsel problemlerimizin olmadığı anlamına gelmez. Aynı zamanda, depresyon, endişe ve başka psikolojik proplemler de yaşamıyor olmak ve pozitif karakteristik özelliklere sahip olmak gerekir. Hayata duyulan memnuniyet, eğlenmek, gülmek, gönül ferahlığı, stresle mücadele edebilmek, güçlü ilişkiler kurabilmek, yeni şeyler öğrenme isteği, iş hayatı ve özel hayat arasındaki denge, kendine olan güven bu özellikler arasındadır.

Esnek Olmanın Sağlıklı Olmadaki Rolü

Zihinsel ve duygusal anlamda sağlıklı olmamız hiçbir zaman problem yaşamayacağımız anlamına gelmemektedir. Hepimiz zaman zaman hayal kırıklıkları ve kayıplar yaşarız, hayatımızda değişiklikler olur. Bunların hayatın gerçekleri olması üzülmemizi, endişe etmemizi ve stres yaşamamızı engellemez. Farkı, düştüğümüz bu tür zor durumlardan nasıl çıkacağımız yaratacaktır. Odaklanabilmek, değişimlere açık, yaratıcı ve pozitif olabilmek gerekir. Bunu yapabilmenin en kolay yolu dengede kalabilmektir. Duygularımızın farkına varmak ve düzgün aktarabilmek, depresyona girmemizi ve negatif bir ruh halinde kalmamızı engeller. Ayrıca, etrafımızda bize destek verecek insanlar olması da cesaretlenmemiz açısından bir o kadar önemlidir. Bu yönünüzü güçlendirmek için hayata kendinizi bırakın, deneyimler yaşayın ve gerektiğinde de bunları bırakmayı öğrenin. Problemlerinizi ele alın, enerjinizi yeniden depolayın ve bunu yaparken de günlük hayatınızı aksatmayın. Sevdiklerinizle zaman geçirin. Kendinize ve sevdiklerinize güvenin.

Fiziksel Anlamda Sağlıklı Olmanın Duygusallığa ve Zihne Faydaları

Fiziksel anlamda sağlıklı olmamızın zihinsel ve duygusal anlamda sağlıklı olmamıza katkısı tahminimizden de fazla. Öncelikle, vücudumuza çok iyi bakmalıyız. Zihin ve vücut birbiriyle bağlantılıdır. Fiziksel anlamda daha sağlıklı olduğumuz takdirde otomatik olarak zihinsel anlamda da daha sağlıklı oluruz. Dolayısıyla, günlük hayatımızda yapmayı seçtiğimiz aktiviteler fiziksel ve duygusal sağlığımızı bire bir etkilemektedir. Yeteri kadar dinlenmeli, sağlıklı beslenmeli, stresten uzak durmalı, modumuzu yükseltmek için spor yapmalı, güneş ışığından faydalanmalı ve en önemlisi de sigara ve alkolden uzak durmalıyız.

Zihinsel ve Duygusal Sağlığımızı Kendimize Daha Çok Önem Vererek Nasıl Geliştirebiliriz?

Kendimize karşı daha duyarlı olmamızın vakti geldi. Sakin olmalı ve enerjimizi artırmalıyız, bunun için de beş duyu organımızı kullanmalıyız. Müzik dinlemeli, görebileceğimiz ve koklayabileceğimiz yere çiçek koymalı, ellerimiz ve ayaklarımıza masaj yapmalı ve sevdiğimiz içecekler içmeliyiz. Yaratıcı, keyif alacağımız aktiviteler modumuzu daima pozitif yapacaktır. Bahçeyle ilgilenmek, resim yapmak, yazmak, enstrüman çalmak bizi her daim mutlu edecek aktivitelerden sadece birkaçıdır. Hayvan beslemek de zihinsel ve duygusal sağlığımızı artırmanın bir başka yolu; sorumluluk getirecek fakat karşılığında büyük sevgi görmenizi sağlayacaktır. Sebebi olmasa da iyi hissettiğimiz aktivitelerde bulunmalıyız. Ve mutlu olduğumuz şeyleri düşünüp, şükretmeliyiz. Hepimiz farklıyız, bazılarımız daha çok hareket ederek kendini daha iyi hissederken diğerleri daha sakin durmayı tercih edebilirler. Önemli olan o yolu keşfetmektir. Tekrar hatırlatmak isterim ki, dengede olabilmek için lütfen endişelenmeyi bırakalım ve stresimizi kontrol altında tutmayı öğrenelim.

Destekleyici İlişkiler

Kendimizi bu yolda geliştirirken daima başkalarının desteğine de ihtiyacımız olacaktır. İnsanlar sosyal yaratıklardır. Kendimizi toplumdan dışlayarak mutlu olamayız. Televizyon seyrederek ve bilgisayarda vakit öldürerek hayatımızı geçiremeyiz. Sevdiklerimize zaman ayırmalı, bizi mutlu eden insanlarla sohbet etmeliyiz. Başkalarını mutlu etmek en az bizi de o kadar mutlu edecektir. Bunu da dengede tutarak o hazzı hissetmeliyiz. Kuracağımız güzel ve uzun süreli ilişkiler de zihinsel ve duygusal sağlımız açısından oldukça önemlidir.

Sağlığımızın Önüne Geçebilecek Engeller

Yaşadığımız deneyimler kişiliğimizi oluşturur. Çocukluk dönemlerimiz oldukça önemlidir. Genetik ve biyolojik faktörlerin etkisi yüksektir, fakat deneyimler de çok önemlidir. Zihinsel ve duygusal sağlığımızı etkileyecek riskli faktörler:

- Doğum sonrası bakıcıyla kurulan zayıf bağ: Yalnız ve dışlanmış hissetme. Kendini güvende hissetmeme. Aklı karışmış bir çocukluk dönemi.

- Travma: Anne ve/veya baba kaybı. Savaş ve hastaneye kaldırılma gibi diğer travmatik deneyimler.

- Çaresizlik: Yaşanılan negatif deneyimler sonucunda olaylar karşısında kontolsüz olduğunuz inancı.

- Hastalık: Kronik hastalıklar, sakatlıklar ve diğer insanlardan uzak durmanızı gerektiren hastalıklar.

- İlaçların yan etkileri: Özellikle çok ilaç kullanması gereken yaşlı insanlar.

- Madde bağımlısı: Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı zihinsel problem yaratır, var olanı ise daha da kötüleştirir.

Sebep her ne olursa olsun zihinsel ve duygusal sağlığınızı kaybettiyseniz, geri kazanmanız için geç değil. Sevgi dolu ilişkilerle, sağlıklı yaşamla, stres ve negatif düşüncelerle başa çıkma yolları bularak sağlığınıza tekrar kavuşmanız mümkün.

Profesyonel Yardım

Kendinizi iyi hissetmek için yeteri kadar zaman harcadığınızı ve karşılığını alamadığınızı düşünüyorsanız, profesyonel yardım almanın vakti geldi demektir.

- Uykusuzluk problemi.

- Mutsuz olma modunun uzun süre devam etmesi.

- İşte ve günlük hayatta konsantrasyon eksikliği.

- Problemlerle başa çıkmak için sigara, alkol ve uyuşturucu bağımlısı olmak.

- Hayatınıza hakim olan negatif düşünceler ve korkular.

- İntihar etme düşüncesi ve girişimi.

Probleminiz büyümeden ele alırsak daha çabuk ve daha iyi sonuçlar elde ederiz. Hayatı ve kendinizi seviyorsanız, daha mutlu yaşamak için çözümler arayın ve yardım almaktan çekinmeyin.

Kaynak:
American Pschological Association

Ekim 2012 Trendler

Ekim 2012 Trendler

Birde Üç

Hep üçte bir söylemine alışmışken nedir bu 1'de 3? Dijital hayatla birlikte çok fazla ekilmeye başladık. O yüzden de bir gün için o olmazsa o, öbürü olmazsa bu gibi üç ayrı alternatif program yapmaya başladık. Hayatımızda en çok değişen şeylerden biri programlarımıza sadık kalmamak. Ne de olsa bir telefon veya mesajla gelemeyeceğimizi kolayca çabucak söyleyiveriyoruz. Sosyal sermayemiz dijital hayatlara bağlı olarak daha da düştü. Sosyal sermayeyi birbirimize duyduğumuz güven, hoşgörü ve yardımseverlik belirliyor. Karşımızdakinin verdiği sözü tutmayacağını iyice kanıksamaya başladık. Hatta bu huydan kendimiz de edindik. Hiçbir şeyin ve kimsenin yeri başka değil, artı; üç alternatiften bir oluverdik.

Sonsuza kadar yaşayacak mıyız?

200 hatta 400 yaşına kadar yaşamak eskisi kadar "hadi canım olur mu öyle şey!" dedirten bir şey değil. Kime 200-400 sene yaşayacağımızı söylesem "olmaz" diyenini görmedim. Sadece "off çok fazla" diyen var. Olup olmayacağı değil de iyi mi kötü mü olduğu tartışılıyor. Bu soruya Tobias Hulswitt ve Roman Brianzank çok kafa patlatmışlar hatta bir kitap hazırlamışlar.

Tobias Hulswitt 1973 Hannover doğumlu. Serbest yazarlık yapıyor. Romanları ve bir de çocuk kitabı var. Roman Brianzank ise 1969'da Çekoslovakya doğumlu. Frankfurt am Main ve Berlin'de felsefe ve fizikokuduktan sonra biyoloji alanına geçmiş. Berlin'deki Max Planck Enstitüsünde moleküler genetik alanında bilim insanı olarak çalışıyor. Yazarlardan Tobias'ın kaşif ve fütürolog Ray Kurzweil ile yaptığı söyleşideRay kısa bir süre öncesine kadar kaçınılmaz olarak görünen ölümün çaresi olduğunu söylüyor. Ray üç köprüden söz ediyor; ilkin metabolizmayı ek besinlerle ve belli yaşam tarzıyla manipüle ederek genetiğin bizi yaşlılıktan kurtaracağı ikinci köprüye ulaşıyoruz.Ray aldığı iki yüze yakın ek besin sayesinde 60 yaşında olmasına rağmen 40 yaş değerlerine sahip. Üç köprüden ikinciye bu ek besinler sayesinde ulaşıyoruz. İkinci köprü bizi, nano robotların vücudumuzu onardığı, sabit diskimizin değiştirildiği yapay zekayla bir olacağımız ve bir daha ölmek zorunda olmadığımız üçüncü köprüye götürüyor. Peki bu canlıya hala 'insan' mı diyeceğiz. Elbet ismi bulunacak.

Dijitalden Analoğa

Lomography Gallery kesinlikle analogcuları analogda tutacak, dijitalcileri ise cezbedecek bir galeri. Galerinin dışında kalmanız mümkün değil. Renkli, bir o kadar sakin ve etkileyici olunca gözünüzü alamıyorsunuz ve bir güç sizi içeri çekiyor.
  • Lomograflar analogdan kopmayanlar kadar yeni tanışanlar için de deneysel bir tarz. Şartı şurtu yok, nasıl çekmek isterseniz öyle çekiyorsunuz.
  • Avusturya'lı iki öğrencinin 1991'de Rus yapımı LC-A kullanımı ile başladı ve kült haline geldi. Kesinlikle çok değerli bir hediye ve eğlenceli bir uğraş haline gelebilir.
  • Sanki senelerdir Spinner kullanıyormuşsunuz gibi halkasından tutup Spinner ile 360 derece bir fotoğrafı çekiveriyorsunuz. Çocuklar cep telefonunu nasıl hemen çözüyorsa bu kameraları da çözmek için çok bir şey yapmak gerekmiyor. Şu hoparlör kafalı Spinner, halkası dışarıda "beni çek" diyor zaten. Gerisini kendisi hallediyor.
  • Analog film çekimi için LomoKino, hareketi yakalamak için Action Sampler, efsanevi Diana dijitalcilerin bile kanına girebilecek kameralar. Bunlardan herhangi birini gördükten sonra merak dürtüyor ve kulaklarınızdan "hadi al dene, çok eğlenceli" sesi gitmiyor.

Festival Ruhu


Bir değil iki değil üç değil sürekli festivaller olmaya başlayınca kalıcı bir festival ruhu çöktü. Harmoniye duyulan özlem, ait olma ve takdir edilme duygusu büyüyor. Bir sürü farklı öğeler bir araya gelebiliyor. Çok canlı baharat renkleri, mesajı olan takılar, geniş motifler, romantik detaylar ve saf beyazlık iç içe.

17 Kasım 2012 Cumartesi

Life of Leonardo


[tweet https://twitter.com/ugurerdemir/status/257873478466797568 lang='tr']

15 Kasım 2012 Perşembe

HİNDİSTAN GİZEMLİ BİR ÜLKE..

Seyahat:
Uzaklarda Gizemli Bir Ülke Hindistan
Kıpkırmızı güneşi, gülümseyen sıcacık yüzleri, farklı renkleri ve büyüleyici tapınaklarıyla başka hiç bir yere benzemeyen bir ülke Hindistan. "Nasıldı?" sorusunaysa öyle basit, tek kelimelik bir cevap vermek imkansız. Sürprizli, şaşırtıcı, farklı, dokunaklı, etkileyici...
Hindistan hep gitmek istediğim, kültürünü ve insanını merak ettiğim, ama bir o kadar da ulaşılması güç görünen büyülü bir ülkeydi benim için. Öyle ki pilotun Delhi'de havanın tozlu ve sıcak olduğunu anons ettiği o an, ancak idrak edebildim bu yolculuğun başladığını. Kafamda anlatılanlardan kaynaklanan ön yargılar, biraz endişe ve bolca merakla ayak bastığım havaalanından çıkar çıkmaz bizi karşılayan Ambassador marka sevimli otomobiller ve otele giden yolda bizi selamlayan kıpkırmızı güneş, şimdiye kadar gördüğümüz hiç bir yere benzemeyen bu şehirde, bir çok güzel sürprizle karşılaşacağımızın ilk işaretleri oldu.



Gittiğim farklı şehirlerde mutlaka ziyaret edilmesi gereken tarihi ve turistik yerlerden daha çok o ülkenin insanları, kültürü, yaşam tarzı ilgimi çekmiştir. Delhi sokaklarında dolaşmaya başladığımız ilk gün edindiğim ilk izlenimse, bu kadar trafik gürültüsünden, fakirlikten ve kalabalıktan kaynaklanan kaosa rağmen insanların hayata tutunmaktaki azmi ve yüzlerinden eksik olmayan gülücüklerden de anlaşılabileceği gibi tüm zorluklara rağmen mutlu olmaları oldu. Hiç de hijyenik olmayan şartlarda sokaklarda yaşamak zorunda olan insanlar, tüm zorluklara rağmen renkli kıyafetlerinden ödün vermeyen kadınlar, gülen yüzleriyle yanımıza yaklaşıp çekingen bir tavırla bizimle fotoğraf çektirmek istediğini söyleyen kadınlı erkekli gruplar, aslında günlük yaşam için büyüttüğümüz sorunların ne kadar anlamsız olduğunu fark etmemizi sağlıyor. Bir süre sonra yakamızı bir türlü bırakmayan satıcılardan bile bunalmıyor, kornalardan yayılan şehir gürültüsünde bile kendimizi huzurlu hissediyor, Hindistan'ın başkentinde keşfedilmeyi bekleyen diğer cevherlere ulaşmak için sabırsızlanmaya başlıyoruz.

Delhi, 'eski' ve 'yeni' olmak üzere, her biri farklı deneyimler vaat eden iki farklı dünyadan oluşuyor. Yeni Delhi gösterişli parlamento binası, geniş yolları ve geniş yeşil alanlarıyla Birleşik Krallık döneminin izlerini taşırken; eski Delhi adı verilen bölge sağınızdan solunuzdan geçen 'Rickshaw'ları (Hindistan'da sıklıkla rastlayacağınız, motorlu ya da insan gücüyle çalışan üç tekerli bisikletler), etrafınızı çevreleyen satıcıları ve aradığınız her şeyi bulabileceğiniz pazarlarıyla aslında hayatın tam olarak akıp gittiği bölge.



Delhi'deki ilk durağımızsa halk tarafından kendisine verilen ismi ile Mahatma (yüce ruh) Gandhi'nin suikast sonucu ölümünün ardından yakıldığı Raj Ghat oluyor. Tıpkı Gandhi'nin hayatı gibi sadeliğin hakim olduğu bu kutsal anıta yaklaşmak için bir saygı gösterisi olarak ayakkabılarımızı çıkarmamız gerekiyor. Aslında Hindistan'da kutsal mekanların çoğuna çıplak ayakla girmek şart. Hindistan'ın en büyük camisi olan Jama Mescidi ise kırmızı rengin hakim olduğu gösterişli kubbeleri ve duvarlarıyla ikinci durağımız ve belirli bir uzaklıktan bile insanı büyülemeyi başarıyor. İşte ilk Rickshaw deneyimimizi de Jama Mescidi çıkışında, bizi dört bir yandan kuşatan insan, keçi, otomobil ve motosiklet trafiğinden kurtulmak için yaşıyoruz. Bollywood sinemasının yıldızlarının fotoğraflarıyla süslü bu sevimli taşıt, arabaların ve insan selinin oluşturduğu, korno seslerinden konuşmaların duyulmadığı trafikten bizi bir anda kurtararak, Şah Cihan tarafından 1648 yılında yaptırılan ve göz alıcı kırmızı duvarları nedeniyle Kırmızı Kale olarak adlandırılan Red Fort'a getiriyor. Şah'ın zenginlik ve gücünün simgesi olan kale, Kapalıçarşı'yı andıran küçük çarşısı, kale duvarlarının arkasında akan Yumanu nehri ve geniş avlularıyla o dönemin tüm görkemini seriyor önümüze.

Bununla birlikte Delhi tabii ki elinizi kolunuzu sallayarak yolunuzu rahatlıkla bulabildiğiniz, kendinizi güvende hissettiğiniz Avrupa şehirlerinden - ki son yıllarda artan hırsızlık olayları düşünülürse, onların da ne kadar güvenli olduğu şüpheli- farklı. Zaten Delhi'de en çok yapılan uyarılardan biri de ''Dikkatli olun!'' oluyor. Yine de gezimiz boyunca herhangi bir terslikle karşılaşmadığımızı rahatlıkla söyleyebilirim. Burada yabancı olduğunuzun anlaşılması için sarışın ya da mavi gözlü olmanıza da gerek yok. Bollywood filmlerinden fırlamış gibi görünen, rengarenk sarilerine sarınmış kadınlar ve çocuklar arasında ne giyerseniz giyinin dikkat çekiyor; tüm bakışları üzerinizde hissediyorsunuz. Bir süre sonra kadınlı erkekli gruplar yanınıza çekingen adımlarla yaklaşarak sizinle fotoğraf çektirmek istediklerini dile getiriyor.



Delhi civarındaki bir çok yer UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alıyor. Bunlardan biri olan Qutub Minar da (Kutup Minaresi) huzurlu bahçesi, islam ve hindu detaylarıyla süslenmiş 72.5 metrelik minaresi ve belki de ziyaret ettiğimiz saatin güneşin batışına denk gelmesi nedeniyle bizi bir hayli etkilemeyi başardı.

Delhi'de yaşamı kolaylaştıran bir diğer yenilik de metro. Şehrin neredeyse her bölgesine gitmemizi sağlayan metro, temizliği ve düzeniyle trafik açısından büyük kolaylık. Metronun bazı kompartımanları aşırı kalabalık nedeniyle sadece kadınlara ayrılmış ve bu da açık söylemek gerekirse büyük rahatlık sağlıyor. Aslında bu uygulama pek çok yerde geçerli. Hava alanlarında ya da kutsal yerlerin girişlerinde de genelde kadınlar ve erkekler farklı kuyruklardan içeri alınıyor. İşte tüm yorgunluğumuza rağmen Hintli arkadaşlarımızın davetiyle katıldığımız Ramlila festivaline de metro sayesinde trafiğe bulaşmadan kolaylıkla ulaşmayı başarıyoruz. Şehrin Chandni Chowk adı verilen bölgesinde düzenlenen festivale 8-10 kişilik bir turist grubuyla birlikte katılıyoruz. Dönme dolapların ve pavyonların olduğu, bir panayırı andıran bu rengarenk ve ışıl ışık lunaparka kurulu sahnede, Hindu tanrısı Lord Rama'nın hayat hikayesi bir tiyatro gösterisiyle anlatılıyor. Bize ayrılan özel bölüme girerken bir rahip tarafından boynumuza takılan Hindistan'a özgü Marigold çiçeği ve alnımıza sürülen pirinçle karışık kırmızı tozla karşılanıyoruz. Birazdan herkesi teker teker dolaşarak, bileklerimize kırmızı, sarı ve turuncu renklerden oluşan ipleri bağlayarak dua eden rahip, bu bilekliklerin bize şans ve bereket getireceğini söylüyor. İyinin kötüye galip gelmesiyle biten gösteri, şeytan Ramayana'nın büstlerinin yakılmasıyla son buluyor ve biz de ilk günün yorgunluğunu atmak üzere otelimize gidiyoruz.

Tac Mahal: Ölümsüz Aşkın Mabedi

Delhi'den Agra'ya yolculuk kara yoluyla neredeyse dört saat sürüyor. Yolda karşılaştığımız insan manzaralarıysa bu ülkede sefaletin ne boyutta olduğunu açıkça seriyor önümüze. Mukavva kutularda, her ihtiyaçlarını sokaklarda gören insanlar çıkıyor karşımıza yol boyunca. Bu yolculuk birçok açıdan daha önce yaptığımız seyahatlerin hiç birisine benzemiyor aslında. Sürekli birbirini geçmeye çalışan kamyon ve arabalar arasında biz de bir yandan diğer yana savruluyor; durmak bilmeyen korna sesleri nedeniyle sersemliyoruz. Öyle ki ''Lütfen kornaya basınız!'' yazısı, neredeyse tüm kamyonların arkasında ve bu ülkenin trafiğinde hayatta kalmak için gerçekten de korna çalmak gerekiyor. Çünkü kamyon şoförlerinin çoğu dikiz ve yan aynalarını kullanmak gibi bir zahmete girmiyor; siz de var olduğunuzu ancak kulak tırmalayan bu sesle belli edebiliyorsunuz. Tuhaf olansa, Hindistan'da pek çok şey gibi bu duruma da kısa bir süre sonra alışıyor olmak. Zaten tüm haşmetiyle karşınızda yükselen Tac Mahal'i gördüğünüzde, bu yolculuğun her saniyesine değdiğini ve neden bu harikulade yapının dünyanın yedi harikasından biri olduğunu anlıyorsunuz. Şah Cihan'ın üçüncü eşi ve en büyük tutkusu olan Mümtaz Mahal için yaptırdığı bu anıt mezar, tam 22 yılda tamamlanmış ve inşasında tamamen beyaz mermer kullanılmış. Her detayın en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğü Tac Mahal'in yapımında ise 20 bin işçi ve İstanbul'dan, Bağdat'tan ve Kahire'den gelen mimarlar çalışmış. Ki kubbesi, minaresi ve avlusunda bulunan camisiyle İslami mimarinin izlerini taşıyan anıtta Hint ve Pers uygarlıklarından izler görmek de mümkün. Agra'ya gitmişken tabii Tac Mahal'i tepeden görmenizi sağlayan eşsiz bir manzaraya sahip, maymunlarla dolu Agra Fort'u ve bir zamanlar Babir İmparatorluğu'na başkentlik yapmış olan hayalet şehir Fatehpur Sikri'yi de ziyaret etmeyi ihmal etmiyoruz.



Egzotik Cennet Goa

Gezimizin üçüncü gününde istikamet ayin niteliğindeki partileriyle tanınan Goa. Delhi'den hava yoluyla iki buçuk saatte ulaştığımız Goa; egzotik Hindistan cevizi ağaçları, bembeyaz kumsalları ve sakinliğiyle Delhi'nin yorgunluğunu üzerimizden atmamızı sağlıyor. 400 sene boyunca Portekiz sömürgesi olarak kaldıktan sonra, Hindistan'a 1961 yılında katılan Goa'da Portekiz koloni mimarisinin en güzel örnekleriyle karşılaşıyor, lezzetli deniz ürünlerinin keyfine varıyoruz. Daha turistik ve kalabalık olan Kuzey Goa'nın aksine, güney tarafı sakin plajları ve tertemiz deniziyle çok daha huzurlu. Bunun nedeniyse bir zamanlar hippilerin kalesi olarak kabul edilen Goa'da beş yıldızlı otellerin giderek çoğalması. Yine de güney tarafının sakin plajlarında, denizin tadını çıkarmak, beyaz kumların üzerindeki sevimli restoranlarda bira eşliğinde güneşi batırmak ve nefis yiyeceklerle mideye gerçek bir ziyafet çektirmek mümkün. Fakat asıl sezon kasım ayında başladığı için ne yazık ki efsanevi plaj partilerini görme fırsatını kaçırıyoruz. Eğer olur da bir gün yolunuz Hindistan'ın bir numaralı tatil cenneti Goa'ya düşecek olursa, mutlaka yapılması gerekenler listenize bunları eklemeyi unutmayın. Kuzay Goa'nın en popüler plajlarından biri olan Baga'da yer alan Brittos restoranda okyanusa karşı farklı kokteylleri deneyin ve yerel mutfağın tadına bakın; Mandovi nehri üzerindeki teknelere binerek, gün batımını Goa Müziği eşliğinde izleme fırsatını kaçırmayın; Enfes Portekiz mimarisiyle yapılmış evleri ziyaret edin ve taze hindistan cevizi suyunun tadına bakmadan Goa'dan kesinlikle ayrılmayın.

Yaşayan Şehir Mumbai

Hindistan kesinlikle tek seferde görülecek bir ülke değil. Bu nedenle zamanınız kısıtlıysa program yapmanız şart. Bizim son durağımız kısa bir süre öncesine kadar Bombay olarak bilinen, fakat İngiliz döneminin etkisini silmek için 1995'te Hindu ismi alan Mumbai oluyor. Hindistan ekonomisini döndüren bu dünyanın üçüncü büyük şehri, ülkenin ticaret, finans ve kültür başkenti. Ayrıca Bollywood adıyla bilinen Hindistan film endüstrisine de ev sahipliği yapıyor. Zaten daha önce de söylediğim gibi bu ülkede gündeminiz bir anda değişiyor, özellikle de gününüzün büyük bölümünü orada yaşayan arkadaşlarınızla geçiriyorsunuz. Biz de Hintli arkadaşlarımız sayesinde bir süre sonra kendimizi ünlü Bollywood aktörlerinden hangisinin daha yakışıklı ya da daha yetenekli olduğunu tartışırken buluyoruz. Tercihimizi Aamir Khan'dan yana kullanıyoruz.

Delhi'nin aksine okyanus kıyısında yer alan Mumbai, modern kafe ve barları, akşamları sahile akın eden insanların görüntüleriyle ilk bakışta İzmir'in Kordonboyu'nu andırıyor. Şehrin ikonuysa 1911'de İngilizler'in Hindistan'a çıkışını temsil eden India Gate. Marine Drive olarak da bilinen okyanus kıyısından uzanan yol, aynı zamanda geceyi aydınlatan ışıklar nedeniyle Queens Necklace olarak da adlandırılıyor. İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth'den John Lennon'a kadar pek çok ünlüyü ağırlamış olan Taj Mahal Palace and Towers oteli ise özellikle 2008'de yapılan terörist saldırısıyla tanınıyor ve önündeki uzun kuyruktan da anlaşılabileceği gibi şu anda turistlerin en büyük ilgi odakları arasında.

Mumbai'deki önemli ziyaret noktalarından bir diğeri de Viktorya dönemine ait gotik mimarinin izlerini taşıyan ve dünyanın en güzel tren garlarından biri olarak kabul edilen Chhatrapati Shivaji Terminus adlı tren garı. Zaten bu bölgedeki hemen hemen tüm binalarda İngiliz döneminin etkisini görmek mümkün.

Gotik mimarinin etkisi altındaki bölgeden çıktıktan sonra yolumuzu, geçmişi 100 yıl öncesine uzanan ve dünyanın en büyük açık hava çamaşırhanesi olarak kabul edilen Dhobi Ghati'ye çeviriyoruz. Çeşitli yerlerden toplanan giysiler bu devasa çamaşırhanedeki küçük bölmelerde yıkanıyor.

Aslına bakılacak olursa Mumbai, içinde çok sayıda tezatı bir arada bulunduran bir şehir. Bir yandan Hindistan'ın en lüks otellerine ve villarına ev sahipliği yaparken, diğer yandan Asya'nın en büyük varoşunu içinde barındırıyor. Slumdog Millionaire filminin de çekildiği Dharavi varoşunu ve derme çatma yerlerde yaşayan insanları otoban kenarından geçerken görüyoruz. Mumbai'de yaşayan arkadaşımız, filmden sonra ünlenen bu bölgeye turistik turların düzenlendiğini söylüyor ve fakirliğin turistik bir malzemeye dönüşmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. Uçsuz bucaksız Dharavi'nin büyüklüğünüyse, ancak uçağımız Türkiye'ye dönmek üzere havalandığında fark edebiliyoruz.

Mumbai Hindistan'ın farklı mutfaklarını tatma fırsatını bulduğumuz şehir de oluyor aynı zamanda. Marine Drive üzerindeki Panchavati Gaurav'da vejetaryen mutfağın en lezzetli tatları küçük kaselerde önümüze sunuluyor. Hipodroma nazır Gallops'daysa Hint mutfağına özgü tavuk yemekleriyle midemize gerçek bir ziyafet çektiriyoruz.

Hindistan'da geçirdiğimiz 10 gün göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor. Tamamen farklı bir kültürü ve mimariyi tanımanın, birbirinden güleryüzlü, arkadaş canlısı ve misafirperver insanlarla tanışmanın, hiç unutulmayacak anıların etkisiyle Türkiye'ye dönüyoruz. Bu büyük ülkede gezilip görülecek daha çok yer var ve biz bu harika kültürü daha fazla tanımak ve dost canlısı insanları görmek için yine geleceğimizden kesinlikle eminiz...

7 Kasım 2012 Çarşamba