Blog Listem

15 Kasım 2012 Perşembe

HİNDİSTAN GİZEMLİ BİR ÜLKE..

Seyahat:
Uzaklarda Gizemli Bir Ülke Hindistan
Kıpkırmızı güneşi, gülümseyen sıcacık yüzleri, farklı renkleri ve büyüleyici tapınaklarıyla başka hiç bir yere benzemeyen bir ülke Hindistan. "Nasıldı?" sorusunaysa öyle basit, tek kelimelik bir cevap vermek imkansız. Sürprizli, şaşırtıcı, farklı, dokunaklı, etkileyici...
Hindistan hep gitmek istediğim, kültürünü ve insanını merak ettiğim, ama bir o kadar da ulaşılması güç görünen büyülü bir ülkeydi benim için. Öyle ki pilotun Delhi'de havanın tozlu ve sıcak olduğunu anons ettiği o an, ancak idrak edebildim bu yolculuğun başladığını. Kafamda anlatılanlardan kaynaklanan ön yargılar, biraz endişe ve bolca merakla ayak bastığım havaalanından çıkar çıkmaz bizi karşılayan Ambassador marka sevimli otomobiller ve otele giden yolda bizi selamlayan kıpkırmızı güneş, şimdiye kadar gördüğümüz hiç bir yere benzemeyen bu şehirde, bir çok güzel sürprizle karşılaşacağımızın ilk işaretleri oldu.



Gittiğim farklı şehirlerde mutlaka ziyaret edilmesi gereken tarihi ve turistik yerlerden daha çok o ülkenin insanları, kültürü, yaşam tarzı ilgimi çekmiştir. Delhi sokaklarında dolaşmaya başladığımız ilk gün edindiğim ilk izlenimse, bu kadar trafik gürültüsünden, fakirlikten ve kalabalıktan kaynaklanan kaosa rağmen insanların hayata tutunmaktaki azmi ve yüzlerinden eksik olmayan gülücüklerden de anlaşılabileceği gibi tüm zorluklara rağmen mutlu olmaları oldu. Hiç de hijyenik olmayan şartlarda sokaklarda yaşamak zorunda olan insanlar, tüm zorluklara rağmen renkli kıyafetlerinden ödün vermeyen kadınlar, gülen yüzleriyle yanımıza yaklaşıp çekingen bir tavırla bizimle fotoğraf çektirmek istediğini söyleyen kadınlı erkekli gruplar, aslında günlük yaşam için büyüttüğümüz sorunların ne kadar anlamsız olduğunu fark etmemizi sağlıyor. Bir süre sonra yakamızı bir türlü bırakmayan satıcılardan bile bunalmıyor, kornalardan yayılan şehir gürültüsünde bile kendimizi huzurlu hissediyor, Hindistan'ın başkentinde keşfedilmeyi bekleyen diğer cevherlere ulaşmak için sabırsızlanmaya başlıyoruz.

Delhi, 'eski' ve 'yeni' olmak üzere, her biri farklı deneyimler vaat eden iki farklı dünyadan oluşuyor. Yeni Delhi gösterişli parlamento binası, geniş yolları ve geniş yeşil alanlarıyla Birleşik Krallık döneminin izlerini taşırken; eski Delhi adı verilen bölge sağınızdan solunuzdan geçen 'Rickshaw'ları (Hindistan'da sıklıkla rastlayacağınız, motorlu ya da insan gücüyle çalışan üç tekerli bisikletler), etrafınızı çevreleyen satıcıları ve aradığınız her şeyi bulabileceğiniz pazarlarıyla aslında hayatın tam olarak akıp gittiği bölge.



Delhi'deki ilk durağımızsa halk tarafından kendisine verilen ismi ile Mahatma (yüce ruh) Gandhi'nin suikast sonucu ölümünün ardından yakıldığı Raj Ghat oluyor. Tıpkı Gandhi'nin hayatı gibi sadeliğin hakim olduğu bu kutsal anıta yaklaşmak için bir saygı gösterisi olarak ayakkabılarımızı çıkarmamız gerekiyor. Aslında Hindistan'da kutsal mekanların çoğuna çıplak ayakla girmek şart. Hindistan'ın en büyük camisi olan Jama Mescidi ise kırmızı rengin hakim olduğu gösterişli kubbeleri ve duvarlarıyla ikinci durağımız ve belirli bir uzaklıktan bile insanı büyülemeyi başarıyor. İşte ilk Rickshaw deneyimimizi de Jama Mescidi çıkışında, bizi dört bir yandan kuşatan insan, keçi, otomobil ve motosiklet trafiğinden kurtulmak için yaşıyoruz. Bollywood sinemasının yıldızlarının fotoğraflarıyla süslü bu sevimli taşıt, arabaların ve insan selinin oluşturduğu, korno seslerinden konuşmaların duyulmadığı trafikten bizi bir anda kurtararak, Şah Cihan tarafından 1648 yılında yaptırılan ve göz alıcı kırmızı duvarları nedeniyle Kırmızı Kale olarak adlandırılan Red Fort'a getiriyor. Şah'ın zenginlik ve gücünün simgesi olan kale, Kapalıçarşı'yı andıran küçük çarşısı, kale duvarlarının arkasında akan Yumanu nehri ve geniş avlularıyla o dönemin tüm görkemini seriyor önümüze.

Bununla birlikte Delhi tabii ki elinizi kolunuzu sallayarak yolunuzu rahatlıkla bulabildiğiniz, kendinizi güvende hissettiğiniz Avrupa şehirlerinden - ki son yıllarda artan hırsızlık olayları düşünülürse, onların da ne kadar güvenli olduğu şüpheli- farklı. Zaten Delhi'de en çok yapılan uyarılardan biri de ''Dikkatli olun!'' oluyor. Yine de gezimiz boyunca herhangi bir terslikle karşılaşmadığımızı rahatlıkla söyleyebilirim. Burada yabancı olduğunuzun anlaşılması için sarışın ya da mavi gözlü olmanıza da gerek yok. Bollywood filmlerinden fırlamış gibi görünen, rengarenk sarilerine sarınmış kadınlar ve çocuklar arasında ne giyerseniz giyinin dikkat çekiyor; tüm bakışları üzerinizde hissediyorsunuz. Bir süre sonra kadınlı erkekli gruplar yanınıza çekingen adımlarla yaklaşarak sizinle fotoğraf çektirmek istediklerini dile getiriyor.



Delhi civarındaki bir çok yer UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde yer alıyor. Bunlardan biri olan Qutub Minar da (Kutup Minaresi) huzurlu bahçesi, islam ve hindu detaylarıyla süslenmiş 72.5 metrelik minaresi ve belki de ziyaret ettiğimiz saatin güneşin batışına denk gelmesi nedeniyle bizi bir hayli etkilemeyi başardı.

Delhi'de yaşamı kolaylaştıran bir diğer yenilik de metro. Şehrin neredeyse her bölgesine gitmemizi sağlayan metro, temizliği ve düzeniyle trafik açısından büyük kolaylık. Metronun bazı kompartımanları aşırı kalabalık nedeniyle sadece kadınlara ayrılmış ve bu da açık söylemek gerekirse büyük rahatlık sağlıyor. Aslında bu uygulama pek çok yerde geçerli. Hava alanlarında ya da kutsal yerlerin girişlerinde de genelde kadınlar ve erkekler farklı kuyruklardan içeri alınıyor. İşte tüm yorgunluğumuza rağmen Hintli arkadaşlarımızın davetiyle katıldığımız Ramlila festivaline de metro sayesinde trafiğe bulaşmadan kolaylıkla ulaşmayı başarıyoruz. Şehrin Chandni Chowk adı verilen bölgesinde düzenlenen festivale 8-10 kişilik bir turist grubuyla birlikte katılıyoruz. Dönme dolapların ve pavyonların olduğu, bir panayırı andıran bu rengarenk ve ışıl ışık lunaparka kurulu sahnede, Hindu tanrısı Lord Rama'nın hayat hikayesi bir tiyatro gösterisiyle anlatılıyor. Bize ayrılan özel bölüme girerken bir rahip tarafından boynumuza takılan Hindistan'a özgü Marigold çiçeği ve alnımıza sürülen pirinçle karışık kırmızı tozla karşılanıyoruz. Birazdan herkesi teker teker dolaşarak, bileklerimize kırmızı, sarı ve turuncu renklerden oluşan ipleri bağlayarak dua eden rahip, bu bilekliklerin bize şans ve bereket getireceğini söylüyor. İyinin kötüye galip gelmesiyle biten gösteri, şeytan Ramayana'nın büstlerinin yakılmasıyla son buluyor ve biz de ilk günün yorgunluğunu atmak üzere otelimize gidiyoruz.

Tac Mahal: Ölümsüz Aşkın Mabedi

Delhi'den Agra'ya yolculuk kara yoluyla neredeyse dört saat sürüyor. Yolda karşılaştığımız insan manzaralarıysa bu ülkede sefaletin ne boyutta olduğunu açıkça seriyor önümüze. Mukavva kutularda, her ihtiyaçlarını sokaklarda gören insanlar çıkıyor karşımıza yol boyunca. Bu yolculuk birçok açıdan daha önce yaptığımız seyahatlerin hiç birisine benzemiyor aslında. Sürekli birbirini geçmeye çalışan kamyon ve arabalar arasında biz de bir yandan diğer yana savruluyor; durmak bilmeyen korna sesleri nedeniyle sersemliyoruz. Öyle ki ''Lütfen kornaya basınız!'' yazısı, neredeyse tüm kamyonların arkasında ve bu ülkenin trafiğinde hayatta kalmak için gerçekten de korna çalmak gerekiyor. Çünkü kamyon şoförlerinin çoğu dikiz ve yan aynalarını kullanmak gibi bir zahmete girmiyor; siz de var olduğunuzu ancak kulak tırmalayan bu sesle belli edebiliyorsunuz. Tuhaf olansa, Hindistan'da pek çok şey gibi bu duruma da kısa bir süre sonra alışıyor olmak. Zaten tüm haşmetiyle karşınızda yükselen Tac Mahal'i gördüğünüzde, bu yolculuğun her saniyesine değdiğini ve neden bu harikulade yapının dünyanın yedi harikasından biri olduğunu anlıyorsunuz. Şah Cihan'ın üçüncü eşi ve en büyük tutkusu olan Mümtaz Mahal için yaptırdığı bu anıt mezar, tam 22 yılda tamamlanmış ve inşasında tamamen beyaz mermer kullanılmış. Her detayın en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğü Tac Mahal'in yapımında ise 20 bin işçi ve İstanbul'dan, Bağdat'tan ve Kahire'den gelen mimarlar çalışmış. Ki kubbesi, minaresi ve avlusunda bulunan camisiyle İslami mimarinin izlerini taşıyan anıtta Hint ve Pers uygarlıklarından izler görmek de mümkün. Agra'ya gitmişken tabii Tac Mahal'i tepeden görmenizi sağlayan eşsiz bir manzaraya sahip, maymunlarla dolu Agra Fort'u ve bir zamanlar Babir İmparatorluğu'na başkentlik yapmış olan hayalet şehir Fatehpur Sikri'yi de ziyaret etmeyi ihmal etmiyoruz.



Egzotik Cennet Goa

Gezimizin üçüncü gününde istikamet ayin niteliğindeki partileriyle tanınan Goa. Delhi'den hava yoluyla iki buçuk saatte ulaştığımız Goa; egzotik Hindistan cevizi ağaçları, bembeyaz kumsalları ve sakinliğiyle Delhi'nin yorgunluğunu üzerimizden atmamızı sağlıyor. 400 sene boyunca Portekiz sömürgesi olarak kaldıktan sonra, Hindistan'a 1961 yılında katılan Goa'da Portekiz koloni mimarisinin en güzel örnekleriyle karşılaşıyor, lezzetli deniz ürünlerinin keyfine varıyoruz. Daha turistik ve kalabalık olan Kuzey Goa'nın aksine, güney tarafı sakin plajları ve tertemiz deniziyle çok daha huzurlu. Bunun nedeniyse bir zamanlar hippilerin kalesi olarak kabul edilen Goa'da beş yıldızlı otellerin giderek çoğalması. Yine de güney tarafının sakin plajlarında, denizin tadını çıkarmak, beyaz kumların üzerindeki sevimli restoranlarda bira eşliğinde güneşi batırmak ve nefis yiyeceklerle mideye gerçek bir ziyafet çektirmek mümkün. Fakat asıl sezon kasım ayında başladığı için ne yazık ki efsanevi plaj partilerini görme fırsatını kaçırıyoruz. Eğer olur da bir gün yolunuz Hindistan'ın bir numaralı tatil cenneti Goa'ya düşecek olursa, mutlaka yapılması gerekenler listenize bunları eklemeyi unutmayın. Kuzay Goa'nın en popüler plajlarından biri olan Baga'da yer alan Brittos restoranda okyanusa karşı farklı kokteylleri deneyin ve yerel mutfağın tadına bakın; Mandovi nehri üzerindeki teknelere binerek, gün batımını Goa Müziği eşliğinde izleme fırsatını kaçırmayın; Enfes Portekiz mimarisiyle yapılmış evleri ziyaret edin ve taze hindistan cevizi suyunun tadına bakmadan Goa'dan kesinlikle ayrılmayın.

Yaşayan Şehir Mumbai

Hindistan kesinlikle tek seferde görülecek bir ülke değil. Bu nedenle zamanınız kısıtlıysa program yapmanız şart. Bizim son durağımız kısa bir süre öncesine kadar Bombay olarak bilinen, fakat İngiliz döneminin etkisini silmek için 1995'te Hindu ismi alan Mumbai oluyor. Hindistan ekonomisini döndüren bu dünyanın üçüncü büyük şehri, ülkenin ticaret, finans ve kültür başkenti. Ayrıca Bollywood adıyla bilinen Hindistan film endüstrisine de ev sahipliği yapıyor. Zaten daha önce de söylediğim gibi bu ülkede gündeminiz bir anda değişiyor, özellikle de gününüzün büyük bölümünü orada yaşayan arkadaşlarınızla geçiriyorsunuz. Biz de Hintli arkadaşlarımız sayesinde bir süre sonra kendimizi ünlü Bollywood aktörlerinden hangisinin daha yakışıklı ya da daha yetenekli olduğunu tartışırken buluyoruz. Tercihimizi Aamir Khan'dan yana kullanıyoruz.

Delhi'nin aksine okyanus kıyısında yer alan Mumbai, modern kafe ve barları, akşamları sahile akın eden insanların görüntüleriyle ilk bakışta İzmir'in Kordonboyu'nu andırıyor. Şehrin ikonuysa 1911'de İngilizler'in Hindistan'a çıkışını temsil eden India Gate. Marine Drive olarak da bilinen okyanus kıyısından uzanan yol, aynı zamanda geceyi aydınlatan ışıklar nedeniyle Queens Necklace olarak da adlandırılıyor. İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth'den John Lennon'a kadar pek çok ünlüyü ağırlamış olan Taj Mahal Palace and Towers oteli ise özellikle 2008'de yapılan terörist saldırısıyla tanınıyor ve önündeki uzun kuyruktan da anlaşılabileceği gibi şu anda turistlerin en büyük ilgi odakları arasında.

Mumbai'deki önemli ziyaret noktalarından bir diğeri de Viktorya dönemine ait gotik mimarinin izlerini taşıyan ve dünyanın en güzel tren garlarından biri olarak kabul edilen Chhatrapati Shivaji Terminus adlı tren garı. Zaten bu bölgedeki hemen hemen tüm binalarda İngiliz döneminin etkisini görmek mümkün.

Gotik mimarinin etkisi altındaki bölgeden çıktıktan sonra yolumuzu, geçmişi 100 yıl öncesine uzanan ve dünyanın en büyük açık hava çamaşırhanesi olarak kabul edilen Dhobi Ghati'ye çeviriyoruz. Çeşitli yerlerden toplanan giysiler bu devasa çamaşırhanedeki küçük bölmelerde yıkanıyor.

Aslına bakılacak olursa Mumbai, içinde çok sayıda tezatı bir arada bulunduran bir şehir. Bir yandan Hindistan'ın en lüks otellerine ve villarına ev sahipliği yaparken, diğer yandan Asya'nın en büyük varoşunu içinde barındırıyor. Slumdog Millionaire filminin de çekildiği Dharavi varoşunu ve derme çatma yerlerde yaşayan insanları otoban kenarından geçerken görüyoruz. Mumbai'de yaşayan arkadaşımız, filmden sonra ünlenen bu bölgeye turistik turların düzenlendiğini söylüyor ve fakirliğin turistik bir malzemeye dönüşmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. Uçsuz bucaksız Dharavi'nin büyüklüğünüyse, ancak uçağımız Türkiye'ye dönmek üzere havalandığında fark edebiliyoruz.

Mumbai Hindistan'ın farklı mutfaklarını tatma fırsatını bulduğumuz şehir de oluyor aynı zamanda. Marine Drive üzerindeki Panchavati Gaurav'da vejetaryen mutfağın en lezzetli tatları küçük kaselerde önümüze sunuluyor. Hipodroma nazır Gallops'daysa Hint mutfağına özgü tavuk yemekleriyle midemize gerçek bir ziyafet çektiriyoruz.

Hindistan'da geçirdiğimiz 10 gün göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor. Tamamen farklı bir kültürü ve mimariyi tanımanın, birbirinden güleryüzlü, arkadaş canlısı ve misafirperver insanlarla tanışmanın, hiç unutulmayacak anıların etkisiyle Türkiye'ye dönüyoruz. Bu büyük ülkede gezilip görülecek daha çok yer var ve biz bu harika kültürü daha fazla tanımak ve dost canlısı insanları görmek için yine geleceğimizden kesinlikle eminiz...

Hiç yorum yok: